Aile... Güvenin, sevginin, aidiyetin kutsal adresi. En azından öyle olması gerekir. Oysa bazı evler, içindeki herkesin ayrı odalara çekildiği, duvarların sadece beton değil, duygusal da olduğu sessiz kaleler haline gelir. Aynı masada oturur, aynı çorbayı içersiniz ama bir kelime bile etmeden dağılır herkes. Yalnızlık, kalabalık içinde de mümkündür ve en çok da bu durum, insanın ruhunu örseler.
Toplumsal psikoloji, bireyin ruhsal dengesini oluşturan üç temel boyuttan söz eder: “içsel gerçeklik, çevresel yansıma ve bunlar arasındaki etkileşim.” Aile ise bu üçgenin tam merkezinde yer alır. Yani insan, içindeki benliği ilk kez ailesinde tanır ya da tanıyamaz. İşte burada başlar yalnızlık; çünkü insanın kendi varlığını onaylayamaması, çoğu zaman ailesi tarafından görünmez kalmasından kaynaklanır.
Görünmez Duvarlar
Bazı yalnızlıklar vardır ki ne bir terk edilmedir ne de fiziksel bir uzaklık. Tam tersine, her gün gördüğünüz, aynı çatı altında yaşadığınız insanlar arasında yaşanır. Bir odanın ortasında durup da kimsenin gözünüzün içine bakmaması gibi… Konuşmaların dışında kalmak, fikirlerinize alayla ya da sessizlikle karşılık verilmesi... Tüm bunlar, görünmez duvarları örer ve siz, yuvam dediğiniz yerde artık sadece bir misafir gölgeye dönüşürsünüz.
Benliğinizi Küçültür
Felsefeci Martin Buber’in dediği gibi, “Ben-sen” ilişkisinin yerini “Ben-O” aldığında, kişi özne olmaktan çıkar, nesneye dönüşür. Aile içinde bu dönüşüm yaşandığında, bireyin kendilik algısı derinden sarsılır.
Çocuklukta başlar bu dışlanmışlık hissi. “Sen anlamazsın”, “Sen sus”, “Büyüyünce öğrenirsin” gibi sözler, sadece otorite kurmakla kalmaz, aynı zamanda çocuğun benliğini küçültür. Ergenlikte bu durum, isyanla veya içe kapanmayla patlak verir. Yetişkinlikteyse bu sessizlik bir kabule dönüşür: “Ben burada sevilmiyorum ama yine de buradayım.”
Cesaret Edemezsin
Bu yalnızlık kolay terk edilemez çünkü aile, köktür. Ve insan, kendi kökünü kesmeye cesaret edemez. Bu yüzden de dışlanma hissini çoğu zaman içselleştiririz: “Ben fazla hassasım”, “Ben biraz fazla alınganım”, “Ben yeterince iyi değilim.” Oysa sorun her zaman bireyin kendisinde değildir. Belki de aile içinde yıllar boyunca konuşulmamış, bastırılmış duygular, aktarılamayan travmaların birikimidir bu görünmez mesafe.
Toplumsal felsefi yaklaşıma göre, insanın “özgür benliği”, ancak kendisini olduğu gibi kabul eden ilişkilerde var olabilir. Eğer birey, en yakınlarında bile gerçek kimliğini ifade edemiyorsa, orada özgürlükten değil, içsel hapislikten söz edilir.
Köprü Kurmak Mümkün mü?
Peki, ne yapılabilir?
Öncelikle bu duygunun adını koymak gerekir. Aile içinde yalnız hissetmek, bir zayıflık ya da nankörlük değildir. Bu hisler gerçektir ve siz bu yalnızlıkta yapayalnız değilsiniz. Kendinize “neden beni dışlıyorlar?” yerine, “neden ben bu kadar yalnız hissediyorum?” diye sormak; suçlayıcı değil, anlamaya yönelik bir adımdır.
Sonra, iletişim. Belki kırık dökük bir sohbet, belki sadece “beni gerçekten dinler misin?” demek… Bu bir barış değil, bir kapı aralığı olabilir. Bazı köprüler tek tuğlayla başlar. Kimi zaman da o köprüyü kurmak için bir terapistin yardımına ihtiyaç duyabilirsiniz
Yalnızlık Kader Değil
Aile içinde yalnız kalmak, bir sınav değil, bir gerçekliktir. Ama bu gerçeklik değiştirilebilir. Bazen ailenizi dönüştüremezsiniz; ama kendinize yepyeni bir iç ev kurabilirsiniz. Yeni bağlar, dostluklar, sizi gerçekten gören insanlarla… Çünkü aidiyet sadece kan bağında değil, gönül bağında gizlidir.
Siz hiç ailenizin içinde yalnız hissettiniz mi? O hissin soğukluğuna rağmen hâlâ sıcak bir yer bulabildiniz mi?
Yorumlarınızı, düşüncelerinizi ve deneyimlerinizi bizimle paylaşın. Çünkü en uzak mesafeler bile, samimi bir kelimeyle kısalabilir.